Wednesday

cezve fokurdamaktan âmir.


sonunda eşgâlini
- forsumuzda kalsın -
şarkılara dolandırmadan da saklayabildiğin anları
lâzımmış gibi karnına fırlatmışsın.

patırtısı onların ılık uykularını yuvadan
tastamam katı hal-len-di-rip
böyle
güçbelâ jiletleyebilirdi.

mîdeleri ekşi.

karınlarındaki o neye 'gece' diyorlar?
uyanıruyanmaz ılığı da eskitiyorlar.

trenli tarafı ışık alıyor mudur bu pencerenin?
ha durduğumuz raydan fazla
gurbet dolaşmış farları da var.

ışığını gölgeliyor mu karnında seğirten
sol bacağımdaki jartiyerin fırfırlı etekleri?

şimdi gülen ayçiçekli yabancı
sözleri eritip misal hiçbir cümbüşe bırakmadığı o renkleri
ellerine dolasaydı...
senin de fiyakalı gülen hallerin
salonun ışık alan duvarında kıpırtı kovalardı.

zaten raconun edilmeyeni de
dar sokaklarda aşk kovalıyor.
erimek süsüyle.
kızlar hastası.

- her şey sözleştiğimiz gibi -

Friday

varyete.


Üzerine akşamın kapandığı gölüm ben
Bir kez hatıra ettim aşkı, bir daha etmem



Sunday

tol.



çünkü sıkıntı öldürür. ve ama sıkıntı öldürüyor. acı ve öfke değil, ama sıkıntı öldürüyor. çok geçici, anlık, masum, makul olabiliyor sıkıntı, ama öldürüyor. sıkıntı eğlence istiyor, tatil istiyor çünkü. tatil çoğulluğa, çoğulluk gövdelere, yeni kelimelere, yeni yüzlere yol açarak öldürüyor. sıkıntı davet ediyor, açıyor. acı ortak olmayanı defediyor, kapatıyor. sıkıntı çözüyor, öfke bağlıyor. sıkıntı plan program demek çünkü. program yazlıklara savuruyor, sayfiyelere, yumuşak içkilere, pahalı yemeklere yol açarak çözüyor. acı kendi yasasını durmadan fısıldıyor, öfke hatırlatıyor oysa: dağılmayın, unutmayın, yetinin, oturun oturduğunuz yerde. ama sıkıntı savuruyor, parçalıyor, gebertiyor. sıkıntı kutlamalar, şenlikler istiyor çünkü. sıkıntı ille de dans diyor, kahkaha diyor, acının da öfkenin de içini boşaltıyor. acı ve öfke korkuyu yeniyor, sıkıntı okşuyor. sıkıntı arzuyu kaşıyor, acı ve öfke terbiye ediyor. acı değil, öfke değil, sıkıntı öldürüyor.


Wednesday

mary and max.

Dear Mary,

Please find enclosed my entire Noblet collection as a sign that I forgive you. When I received your book, the emotions inside my brain felt like they were in a tumble dryer, smashing into each other.

The hurt felt like when I accidentally stapled my lips together.

The reason I forgive you is because you are not perfect. You are imperfect, and so am l. All humans are imperfect, even the man outside my apartment who litters.

When I was young, I wanted to be anybody but myself. Dr Bernard Hazelhof said if I was on a desert island then I would have to get used to my own company, just me and the coconuts. He said I would have to accept myself, my warts and all, and that we don't get to choose our warts. They are a part of us and we have to live with them.

We can, however, choose our friends and I am glad I have chosen you.

Dr Bernard Hazelhof also said that everyone's lives are like a very long sidewalk. Some are well paved. Others, like mine, have cracks, banana skins and cigarette butts. Your sidewalk is like mine but probably not as many cracks. Hopefully, one day our sidewalks will meet and we can share a can of condensed milk.

You are my best friend.

You are my only friend.

Your American penpal,

Max Jerry Horowitz.

*

Max had died peacefully that morning,

after finishing his final can of condensed milk.

He smelt like liquorice and old books, Mary thought to herself,

as tears rolled from her eyes, the colour of muddy puddles.

üvercinka.

dicle kıyılarına tiren varınca

büyük bir gökyüzü git allahım git

genel olarak önce kaşları görünür

sonra bütünsüz uykuları kaşla göz arasında

yanaklarında çıban izi taşıyan kadınlar
gül kurusu



bir gün sizin de yolunuz düşer memlekete

siz de görürsünüz bunları kadınlarda

ödevleri yenilmek olan hep

bıçakla kemik arasında

susmakla ağlamak arasında

yenilmek
kadınlar

san.

kırmızı bir kuştur soluğum

kumral göklerinde saçlarının
seni kucağıma alıyorum
tarifsiz uzuyor bacakların

kırmızı bir at oluyor soluğum
yüzümün yanmasından anlıyorum
yoksuluz gecelerimiz çok kısa

dörtnala sevişmek lazım

Tuesday

ölüm ve çerçeveler.



lambalar yanıyor, hafif ve sarı
gece kar yağacak sabaha kadar
toprakta et, kemik çıtırtıları
yarı ölüleri bir korku tutar
değince bir taşa kafatasları

-ölüler ki yalnız tırnakları var
ve yalnız burkulmuş diz kapakları-

monna rosa.


ellerin, ellerin ve parmakların,
bir nar çiçeğini eziyor gibi.
ellerinden belli olur bir kadın,
denizin dibinde geziyor gibi.

ellerin. ellerin ve parmakların.

Wednesday

marla singer.



beni itin götüne soktular seni podyumlara

akşam haberlerinin hemen ardından

televizyonlara çıkardılar tiramisu’m, ekşi sözlüm, sarışınım

şimdi ben sahneye değen topuğunu mu, boka basan, altın tozlum

ipek çarşaflara dolanıduran topuğunu mu, kırmızı şelalelere değen

dikenlere sürtünüp geçen topuğunu mu, cam kırıklarıyla çizilen

fransız şarabına bulananı mı, kul niyetine minare

aşk niyetine menilere, avrolara sektörde hız kazanalım diye

ben şimdi çatlak topuğunu mu, pürüzsüzü mü, ben şimdi

hangisini tatsam dilim sürçmez, dilim ağrımaz, dilim acımaz

çünkü beni itin götüne soktular, seni podyumlara;

oysa son sürat bir kazıklı voyvoda duruyordu aramızda.


dört nesil birden geçti doğduğum günden beri

bir tek kanatlı hayvan konmadı tenasül organıma.


tiramisu’m, sarışınım, sağ çenendeki beni

bir divan şairi gibi abartayım isterim

el pençe divan bir kukla müridi gibi

saz çalayım, söz edeyim, vurmalı çalgılarla

fırdolanayım isterim eteğinin etrafında

ama susmanın erdem olduğunu öğretti büyüklerim bana.


büyüklerim dediğim bir che, bir deniz, bir de maria puder

gerisini ben affetsem tarih siler.


belki bir de marla singer.

Tuesday

serseri.




serseri bir kızın güncesinden kaçtım

kadınım! arkama döndüm ve baktım
göğüslerimde emzirdiğim gençlik dirileşmiş
sütü kesilen asiliğim hayatla birleşmiş

korkma! dilimde bütün haylazlığım
büyüdüğümü sevişirken anlıyorum
yoksa inan hala sokakların oyun hırsızıyım

en berbat ayrılığın mektubunu da okudu yüreğim
ama bana sevda gerek
avuçlarımı öp

dudaklarından geçip gözlerine güleceğim