Thursday

oldu.


bu ömür boyu sahip olduğum altı yüz kırk birinci balık.

tanrının yarattığı başka bir canlıya bakmayı ve sevmeyi öğrenmem için ailem yıllar önce ilk balığımı almıştı. sahip olduğum altı yüz kırk balıktan sonra öğrendiğim tek şey, insanın sevdiği her şeyin bir gün öleceği oldu.

Friday

on the ning nang nong.


on the ning nang nong
where the cows go bong!

and the monkeys all say boo!

there's a nong nang ning

where the trees go ping!

and the tea pots jibber jabber joo.

on the nong ning nang

all the mice go clang

and you just can't catch 'em when they do!

so its ning nang nong

cows go bong!

nong nang ning

trees go ping

nong ning nang

the mice go clang

what a noisy place to belong

is the ning nang ning nang nong!!

küsüm.

beni de kırdılar, içimi de kırdılar
karanlık camlardan sular akıyordu
şimşekli bir boşlukta saat vurdu
beni de kırdılar, belki yalnızdılar
belki onların da çocukluğu yoktu
bütün şarkılara kapalıydılar
bir genç kız değmemişti saçlarına
beni de kırdılar, ben artık küsüm
yağmurları yağmıyor ağaçlarıma
sularından içmiyorum susadım ama
beni de kırdılar, soğuk bir ölüm
çevik bir bıçak gibi çakıldı aklıma
oysa bir şarkıyım, yeniden doğan günüm
bütün şarkılara kapalıydılar

Thursday

la luna.

bana zaman ve la luna

her şey gitti bak

her şey ağlayarak gitti

sular soğudu

bir kurban düşüyor şimdi aramıza la luna

üçümüzden biri kurban

serin bir çizgi çekiliyor gökyüzüne

çok geç

çok geç artık


Friday

never had no one ever.

The Queen Is Dead

günah.

büyük bir zevkle günah işledim.
ateş gibi sıcak bir kucakta.
kollar arasında günah işledim.
alev alev yanan, öfkeli kollar arasında.
o kapkaranlık, sakin, gizli odada.

büyük bir zevkle.
günah.
işledim.

.

Wednesday

sonsuz bir günbatımında.


gece mi gündüz mü?
hayır dostum
sonsuz bir günbatımı
iki güvercinin süzülmesi rüzgarda ve
iki beyaz tabut gibi

ve birtakım gürültüler, uzakta
o tuhaf bozkırda
belirsiz, başıboş anıların dolaşması gibi

bir şey söylemeli
bir şey soylemeli
yüreğim birleşmek istiyor karanlıkla

Friday

spotless mind.


Joely?

Yeah, Tangerine?

Am l ugly?

I-ıh.




When l was a kid l thought l was. Can't believe l'm crying already. Sometimes l think people don't understand how lonely it is to be a kid. Like you don't matter. So, l'm eight, and l have these toys, these dolls. My favorite is this ugly girl doll who l call Clementine. And l keep yelling at her, "You can't be ugly. Be pretty." lt's weird. Like if l can transform her, l would magically change, too.

You're pretty.

Joely, don't ever leave me.

You're pretty. You're pretty. Pretty.

*

Mierzwiak

Please let me keep this memory

Just this one

yanık saraylar.


demir kapıdan girdiler.

yeşilköy

yol

kadın

uğraş düzeninin koridorlarından geçtiler. artları sıra yürüdü odalar, pencereler. birbirini arayıp buldular tüm ayrıntılarıyla. kapılar, anahtarlar, kilitler yerine takıldı. kuruldu çalışma yüzeyi.

yeşilköy

yol

kadın

büyük kasalı odadan girdiler, küçük kasalı odadan çıktılar. hassas evrak katipleri, süslü kalabalık aynalı koridorların içinden geçtiler. çoğalarak yürüdüler. zengin, asil, kibarız dediler. al bir ata binmiş genel müdür, yanındaki memur kalabalığını alıp daha da ilerilere götürdü.

kadın

yeşilköy

tren

uğraş düzenine girdiler. çekirge’de bir hamam. eğirdir çarşısı’nda bir sıra dükkan. hazreti yuşa tepesi. kibar akrabalar da yola çıkmışlardır. dudaklarında bir küçümseme. et beni, iri bir kıl... aynalara bakmışlardır. yanık saraylar. alçak kollu şamdanlar. kahve fincanı.

yeşilköy

yol

kadın

uğraş düzenine girdiler. uzun, ağır bir gün. mayıs günü. nergisler - fulya teyze ne yapacaktı?

yeşilköy

yol

kadın

uğraş düzeninin aynalarında kendine baktı. gerçekten o, kendisi… hiç değişmemiş yirmi yılın daktilosu. istemli insanların soyundan, karanlıkta kalmış kadın yüzü.

boyasız

sevisiz

ölümsüz

Thursday

the hours.


Dearest,

I feel certain, that I'm going mad again. I think we can't go through another of these terrible times, and I shan't recover this time. I begin to hear voices and can't concentrate. So I'm doing what seems the best thing to do. You have given me the greatest possible happiness. You have been in every way all that anyone could be. I know that I'm spoiling your life and without me you could work, and you will. I know. You see I can't even write this properly.

What I want to say is that I owe all the happiness of my life to you. You have been entirely patient with me and incredibly good. Everything is gone for me, but the certainty of your goodness. I can't go on spoiling your life any longer.

I don't think two people could have been happier than we have been.

Virginia


*

To look life in the face, always.

To look life in the face

and to know it... for what it is.

At last to know it, to love it... for what it is.

And then to put it away, Leonard.

Always the years between us.

Always the years.

Always the love.

Always the hours.


Tuesday

the fisher king.


You ever read Nietzsche?

Nietzsche says, there are two kinds of people in the world.
People who are destined for greatness,
like Walt Disney and Hitler,
and then there's the rest of us.

He called us "the bungled and the botched."
We get teased. We sometimes get close to greatness,
but we never get there.
We're the expendable masses.
We get pushed in front of trains, take poison aspirin.

You want to hear the new title of my biography, my little Italian friend?
"It Was No Fuckin' Picnic."
You like it?
Il Nova Esta Fuckin' Picnic-O.

You're a good kid. You just say "No" to drugs.

...

You ever get the feeling sometimes
that you're being punished for your sins?

...

Sunday

far away.


elimle göstereyim:
şu ayağımın dibi hemen
far...

şu ötesi
tek elimi gözüme siper edip
diğerinin işaret parmağıyla gösterdiğim ise
away...




on the couch.


cılkım çıktı,
damn it-
kurtarın beni!

dipreşın;
happening.
özlememeli...

dır dır.


Hayatım, neden böyle yapıyorsun?



Monday

deplasmanda plasebo.



allah’ım kaderimde anarşi ve protesto
antidepresanlar ve içi boş bir gardırop
ne de çok yer kaplıyor mesela al pacino
yardımın gerekiyor kadıköy’deyim stop.

allah’ım kaderim bu sentimental ambargo:
alternatif referans potansiyel salvo yok,
sadece klostrofobi, hicran türbülans ve şok;
cariyeler çekilmiş yeraltına cumburlop.

allah’ım kaderimi sen yazdın sen bilirsin
kalbim oyuncak mı ne, ne kolay kırılıyor?
“deplasmandır bu dünya” diyor albino şeyhim
plasebo yutturuyor bana depresif doktor.



Sunday

pantolonlu bulut.



pelteleşmiş beyninizde
kirden parlayan bir kanepede yan gelip yatan semiz bir uşak gibi

hayal kuran düşüncenizi
kanlı bir yürek parçasıyla tedirgin edeceğim
dalga geçeceğim, geberesiye küstah ve zehir dilli

tek bir ak saç yok ruhumda,
yaşlılığın çıtkırıldımlığı yok onda
dünyayı bozguna uğratarak sesimin gücüyle
yürüyorum - yakışıklı
yirmi iki yaşında

çıtkırıldımlar!
kemana yatırırsınız aşkı siz
kabalar, onu trampete yükler.
fakat, tersyüz edebilir misiniz, kendinizi benim gibi
öyle ki, dudaklar kalsın ortada, salt dudaklar

çık da gel konuk odasından
gel de bir adam tanı
kibirli, patiskadan ve melek soylu memur karısı

sen ki dudaklar çevirirsin aynı kayıtsızlıkla
bir aşçı kadın nasıl çevirirse yemek kitabının sayfalarını

ister misiniz
ten kudurtsun beni

- ve gök gibi, renk değiştirerek ansızın -
ister misiniz
öylesine yumuşayım, sevecen olayım ki öylesine
hani, erkek değil de, pantolonlu bir bulut desinler bu

inanmıyorum çiçekli nice diye bir yerin var olduğuna
benimle göklere çıkarılacaktır yeniden
hastane gibi bayatlamış erkekler
ve atasözleri gibi yıpranmış kadınlar da

Friday

düş.


Ben düşkün değilim. Ben düşkünlüğün kendisiyim.
Bu varyeteyi, bu esrarlı yolda sürdüreyim diye açığa vurduğum düşkünlüğün.

Görüp göreceğin her bir düşkünlük ve her bir kafa benim asıl. Ebediyen kafayım ve müptelayım. Burda kafa derken gözünüzde iyi-kötü bir şey canlansın maiyetinde diyorum. Devamını siz getirin. Hakikat benim ve müptelayım-o-hakikate. Önüme döküntü bir duvar ve bir çöp tenekesi koyun, allahıma, ölene dek kılımı kıpırdatmadan oracıkta otururum. Duvar benim çünkü, teneke benim. Bana yalnızca, orda oturup duvara ve çöp tenekesine bakacak biri gerekir. Buyur edecek bir insan evladı yani. Ben hiçbir şeye bakamam. Körüm. Hiçbir yerde de oturamam. Üstüne kıçımı koyacağım bir şey yok.

Dur, hazır ağzımı açmışken şu malın gözü aleyhtarlarıma da iki çift laf edeyim. İnsan soyundan nefret ettiğimin aslı yoktur. Ben sadece, insanoğlundan haz etmiyorum. Hayvanlardan haz etmiyorum. Nefret değil hissettiğim. Şu tadına doyamadığınız laf salatanıza dalarsak en makul sözcük midemi kaldırıyor olabilir. Yine de insan bedeninde ve -niyle yaşamaya mecburum.

Asla katlanamayacağınız bir hadiseye eyvallah diyeceksiniz. Olayı şöyle netleştirelim: üzerinde haşaratların yaşadığı bir gezegene düştüğünüzü hesap edin. Körsünüz. Keşsiniz. Allem edip kallem edip, haşaratlara esrarlı şeyler getirtmeyi başarmışsınız. Binlerce sene orda, onlarla yaşamış olsanız da, haşere köleleriniz halen daha, içten içe midenizi kaldırıyor. Ne zaman bir yerinize değseler aynı hisse boğuluyorsunuz.

Ben de insan kölelerim için tam tamına böyle hisler besliyorum işte. Beş yüz bin bilmem kaç yıl önce teşrif ettiğim bu yere ayak bastığım andan beri aklıma takılan tek bir şey var. Sizin insanlık tarihi dediğiniz şey, benim kaçış planımın başlangıcına dayanıyor.

Sevilmeye lüzum yok.

Affedilmeye lüzum yok.

Benim defolup gitmem lazım burdan.

Tuesday

beginning of memory.



there's a story in an ancient play about birds called the birds and it's a short story from before the world began from a time when there was no earth no land only air and birds everywhere but the thing was there was no place to land because there was no land so they just circled around and around because this was before the world began and the sound was deafening songbirds were everywhere billions and billions and billions of birds and one of these birds was a lark and one day her father died and this was a really big problem because what should they do with the body there was no place to put the body because there was no earth and finally the lark had a solution she decided to bury her father in the back of her own head and this was the beginning of memory because before this no one could remember a thing they were just constantly flying in circles constantly flying in huge circles.




Saturday

el.


elleri heyecan verici
yakıcı ve narin.
elleri simgesel olarak
cinsellikten çok daha yakıcı ve berrak.
eller ve saçlar.

ellerinin bakışlarından
çok daha baştan çıkarıcı olduğunu söyleyene,
gözlerini hediye ettiği gibi
ellerini de kesip verir miydi acaba?

cansız, yarı saydam eller.
birbirini kıskanan kadınların elleri.

benim şimdi şuracıkta,
tutkuyla kadınlık konumunu benimsemem yeterli.

Tuesday

hurafeler de öldürebilir.



kırmızı bedenimde çağlıyor kurdeleler

baygınlık geçiren yaşlı bir kadının kat kat olmuş

boynu gibi uzanıyor yere. yastığımı kaldırmayın

sormadan, yoksa şeytanlarım kaçar; büyüyünce

güvercin olacak onlar.

kimdi alnımı dualarla ıslatıp,

çiçekler de dans eder diyen?

bırakın babam getirsin sütümü, ılık

beyazın içinde girdaplara karışsın haplarım

loş ışıklarla konuşurduk sabaha kadar, boğuk

cümleler kaçırırdı karanlığı ve ancak gölgeler

veda ettiğinde buyururdu rüyalar

benim uykuları satın alacak kadar çok param

vardı. her gün kopardığım yapraklar

gün ağarmadan paraya çalardı.

inanırdı tüm periler bana ve hepsi

dişlerime saldırdı. bana babam ısıtmalı

sütümü, bardağı tutan elleri rüzgarda

titremeli. kardeşimin yarasa kanatları

perdeli ayakları ve sivri antenleri vardı

ve hiç rahat vermezdi yıldızları sayarken

sırf karıştırdığı hesaplar yüzünden, sırf onun

yüzünden ortadan kaybolan yıldızlar için

onu cinlere vermek istedim ama buna kimse

razı olmazdı. babam bana getirmeli sütümü ve

parmaklarına melekler konmalı.

uçurtmaların bulutlara takılmasını umardım,

böylece göğe tırmanmayı. bileklerim yere düşerse diye

çekindim ve sıkıca daldırdım ayağımı

köhne tavşan yuvalarına. parmaklarımı okşayan

çakıl taşlarına danıştım, hangi mezara

gömmeli şu altı patları? dokunmayın bebekler

gibi uyuyan iblislerime. bırakın babam versin sütümü

ve menekşeler düşsün peşime.

22.08.


.

biri ambulans çağırsın.


gecenin hız sınırına yakınken durdurdum bedenimi
kaportada eski bir damadın çamura bulanmış papyonu
arka koltukta gözyaşlarına boğulmuş bir gelinlik vardı;
mart ayının soğuk bir salonuydu;
vites pedalının dikiz aynasına
yansıyan o gelişigüzel, akıl almaz komplo teorileri kapsamında
göğe yakın olmaktan, yere bakmaktan biraz yorgun düşmüş bir
zürafa gibi, boşluğun zarif şiddetli menfaatine sokuldum. kipti.
emir kipiydi yağan yağmur altında sana geç kalmış
senden yana saçmalamış bir âşık tanımıyla şehirlerarası yollarda
şu iki saatin bilançosunu çıkartmak, bilançoyu kanlı bir keser
kimliğiyle, kelebek camının aralığından aşağı bırakmak. zordu.
aşağı bırakmak zordu. çünkü,
mart ayının soğuk bir salonuydu!

bilirdin, ben daima büyük iddialara girerdim, örneğin tanımadığım
bir adama jean tardieu'den bir replik ezberletmek, çıplak bir kadını
az daha soymak, az daha soymak, bir şeftaliyi soya soya çekirdeğine
inmek gibi, kadının çekirdeğine,
kadının azınlık tarafının esir kamplarında aşağılanan ilkelerine
inmek gibi, indiğin noktadan yeniden göğe yakın bir zürafa gibi
yere bakmaktan yorgun bir bahisçi, bir bahis cismi, çekilen kart,
atılan zar, kırılan lades kemiği gibi, o her şeyi berbat eden gibiler
gibi, zordu. sana ulaşmak zordu. çünkü,
mart ayının soğuk bir salonuydu! gerçek,
bahaneler arkasına saklanmaya hazırken, gerçek, tam da buydu!

bir sadakate muavin, bir anlayışa esir, bir intikam zaferine sahip
olmanın, olabilir görünmenin, karşı şeritten gelen tır şoförüne göre
anlamı yoktu; o büyük buluşmayı kutsayan, kutlayan ve için için
kıskanan klakson sesleri; vaovvvvvv, vaovvvvvvvvv, diye geçen
kamyonların arasında sıkışmış 78 model tek kapılı siyah bir bmw ile
acelenin içine sıkışmış çok eski bir katil ile çıplak bir kadını
az daha soymak, az daha soymak, bana dokunan, bana temas eden buydu!
ulaşamamanın, doğruyu söyleyememenin, itiraf edememenin sıkıntısını
aşağı bırakmak. zordu. çünkü,
mart ayının soğuk bir salonuydu! asfaltta patlayan lastik,
bir çocuğun elinden kaçırdığı, ağlayarak seyrettiği bir bayram balonuydu!
bilirdin, ben daima büyük iddialara girerdim, örneğin seni sevmek,
seni dünyanın yedi harikasından herhangi birinde yüzünden jiletle işaretlemek,
indiğin noktadan yeniden göğe yakın bir zürafa gibi
arabanın attığı her taklada sana yaklaşıyor olmanın sevinci
arabanın attığı her taklada sana yakışıyor olmanın ürpertisi. zordu.
çünkü, mart ayının soğuk bir salonuydu. çünkü hayat,

ölümün insana oynadığı en trajik, en mükemmel, en acımasız oyunuydu.

senin için ölüyordum. durum buydu!

girmek için uygun depresyon aranıyor.



depresyon işleri daire başkanlığının zemin katındaki danışmadaydım ve içimdeki ruh sıkıntısını şöyle güzelinden bir depresyona bağlayıp işi resmiyete dökmenin peşindeydim. granit bankoya parmaklarımla tıkırdatıp, memurun benimle ilgilenmesini ve hangi depresyona ne kadar süreyle gireceğime karar vermesini bekledim. herhangi bir devlet dairesinden farkı yoktu, yarım kapak pembe dosyalar yine tavana kadar yükseliyordu. yangında ilk kurtarılacak dev çelik dolaplar vardı fakat o heyulayı hangi süperkahramanın kurtaracağına dair bir bilgi yoktu. parası garanti olsun ve hafta sonları iş olmasın diye kpss ile devlete kapağı atmaya çalışan talihsiz bir kahramanı düşünüp gülümsedim. gülümsediğimi gören korkunç memur, yüzünü daha bir ekşitti. günde en fazla bir saat çalıştığı işinden nefret ediyordu fakat dünya üzerinde yapabileceği başka bir iş yoktu.

"hanımefendi, ciddi bir sorununuz yoksa lütfen iş çıkarmayın, yaz depresyonu sizin için uygun değil."

mevsimlik depresyon işçisi gibi dikildim, bu yaza damgamı vurabilirdim. canımın sıkıntısı her saniye artarken bunun neden kaynaklanıyor olabileceğini merak ediyordum, merak ettikçe kendime ve maaş ödemediğim halde yanımda kalan sadık kölem esteban'a sinirleniyor, bağırıp çağırmaya başlıyordum. mezuniyet sonrası elde edeceğimi sandığım sonsuz ve sınırsız özgürlük, yine bir başka bahara kalmıştı. hayal ettiğim birçok şey gerçek olmuştu olmasına ama içimdeki dolmayan boşluk yine tüm vücudumu ele geçirmeye başlamıştı. ailemle yaşarken çocuklaşıyordum, sanki 13 yaşında bir ergen gibi davranıyordum. ciğeri beş para etmez hocalarım "ieh, olmamış bu tez. git yeniden bastır" dediğinde yavşak gibi "hemen hocam" diyecekken, annemin "ekmek al" ricasına, "uyuyorum yeaa" diye ters cevaplar veriyordum.
...
içine düştüğüm halden ve mutsuz uyanmaktan epey sıkılmışken, kalktım depresyon işlerine başvurdum. böyle gidemezdi, planlarıma göre her şey güzel olacaktı. zorunluluklarımı bitirmiş olmanın hafifliğiyle uçarcasına dolaşacakken, sabahın köpköründe gittiğim dört saatlik işimden döndüğümde evde oturup akşama kadar tavana bakmakla meşgul olmaya başlamıştım. ve 23 yıl bir insanı tanımak için yeterliyse eğer, her geçen günüm bir gün öncemi aratacaktı. daha da yavaşlayacaktım, yatağımı toplamak ölüm kadar zor gelecekti, daha az konuşacaktım ve hiçbir işe yaramayacaktım.

"şunun bi adını koyalım beyefendi, durumum acil" dedim. yaz depresyonu, dünya kupasının olduğu bir dünyada erkeklere uğramazdı. mutlu olmam gerektiğini düşünüyordum, her şeyin eskisinden misliyle güzel olması gerektiğine o kadar inanmıştım ki, bu beklentilerde meydana gelen en ufak bir kayıp bile moralimi bozmaya yetmişti. belki de artık sonunda özgürlüğüme kavuşacağıma inandığım bir amacımın olmamasının yarattığı boşluk nefesimi kesmişti, vakumlamıştı beni. espedair street’ten bir paragraftım sanki:

“hayallerim gerçekleşti ve anladım ki hayaller bir kez gerçekleşti mi artık hayal edilmeye değecek bir yanları kalmıyor. eski hayallerim gerçekleşirken, yenilerinin peşinde koşsaydım belki bunu sürdürebilir, daha yeşil tepeleri, daha taze kırları hedeflerdim."

durumum bu paragraftan fazlası değilken, kaşe etekli memur bir haftalık depresyon yazıp gönderdi. bir hafta sonra dünyanın en mutlu beş insanından birisi olacağımı, sonraki bir ay boyunca laptop karşısında film izleyeceğimi, facebook'u kurcaladıktan sonra yine canımın sıkılacağını ve sonsuza dek bu ruh haliyle yaşayacağımı reçetenin dibine yazdı. bir yükselip bir alçalırken çoğu zaman midem bulanacaktı demek ki, bu mide bulantısını ise okuyarak kısmen geçirebilecektim.

eve döndüm, telefonda anneme yaz depresyonuna girdiğimi ve bir süre yalnız kalmak istediğimi söyledim. annemse “git manavdan elma falan al, bir şeyin kalmaz“ dedi. elimde elma bilgisayar başına geçtim. kariyerimin önünde bekleşen kötürüm kedileri düşünürken, uyuyakaldım.